28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nankör Mavilik

Bu bir denizci hikayesi,
Fırtınalar yorgunu.
Nankör bir maviliğin kölesi,
Yitirmiş umudunu.
Deniz çağırmış ilkin onu.
Dalgasıyla, köpüğüyle, tuzuyla
Yakamozlar süslemiş hayallerini.
Balıklarla dans etmiş uçsuz maviliğinde.
Ellerinden tutmuş deniz kızları,
Götürmüş derinlere…

Fırtınalar kopmuş sonra,
Güneş doğmaz olmuş.
Hırçın bir mavi kalmış etrafında.
Dev dalgalar tokatlamış suratını.
Karaya ulaşmayı beklerken,
Derinlere sürüklenmiş her kulacında.
Aşkı bulayım derken,
Köle olmuş o mavi zindanda.

Çok uğraşmış, çok çalışmış.
Tam basacakken ayakları toprağa,
Tam kurtuldum derken,
Bir dalga almış bedenini,
Götürmüş çok uzaklara.
Tayfunlar, boralar, hortumlar
Tutmuş kollarından bırakmamış.
Ne yakamoz kalmış,
Ne deniz kızları.
Artık ona dost olan,
Sadece tuzlu gözyaşları.
[osgi]

26 Temmuz 2010 Pazartesi

-----------

Serin bir yaz günü konaklıyor yüzünde,

Üşümek istiyor insan doyasıya.

Yıllardır beklenen mektubu açarkenki gibi.

Titretiyor gülüşün elleri.

Ne Ademin yasak elması,

Ne Medusanın lanetli bakışları,

Hiçbiri betimleyemiyor çekiciliğini.

Sana baktıkça,

Olmayacak duaya amin diyesi geliyor insanın.

[osgi]

20 Temmuz 2010 Salı

Mutluyum

Gece yarısını geçeli üç saat oldu. Ağustos böcekleri, natürel bir konçertoyla yok ediyor sessizliği. Yıldızlar eşlik ediyor onlara çakmaklarını yakıp söndüren seyirci topluluğu misali. Doğa annenin alevli öfkesi dinmiş, serin bir yara bandıyla sarıyor yaralarımızı. Odamın penceresinde sigaramdan derin nefesler çekiyorum ve ey yalnızlık seni bu gece terk ediyorum.


Yeni bir başlangıcı muştuluyor gözlerim ve dudaklarım. İçtiğim şarap daha bir kırmızı şimdi, daha az kekremsi. Sigaramın dumanı griden, gök mavisine mi dönmüş ne? Kedileri bile sevesim var ama uzaktan… Bir uçurumun kenarında, mavinin tüm tonlarını kendi mahremiymiş gibi sarmış, kimi zaman dalgalı, kimi zaman süt liman bir deniz manzarasına bakmak gibi bir şey. Dalga dalga, köpük köpük, yayılıyor tebessüm suratıma ve bir gök boncuk iliştiriyorum gülümsememin kenarına.


Yazılacak, anlatılacak o kadar çok şey var ki aslında. Kalem el pençe divan duruyor karşımda, zihnim utancından ayak parmaklarıma kadar inmiş, nasıl betimlersem betimleyeyim eksik kalacak gibi.. iyisi mi özet geçeyim.. Mutluyum…

[osgi]

10 Temmuz 2010 Cumartesi

FAL

Yenice içilmiş bir kahve fincanında,
Birbirinden habersiz iki telve lekesiydik biz.
Falcının bilgiç lafları,
Falına bakılanın meraklı bakışları arasında yaşandı aşk.
Fal bitene, fincan ıslanana kadar...
[osgi]

9 Temmuz 2010 Cuma

Tebessüm


Bir çoğunuz bilirsiniz Abidin Dino’nun Mutluluğun Resmini. Nazım Hikmet der ya “Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye üstat da konuşturur fırçalarını ve o şaheseri yaratır. Bizde bakar bakar imreniriz o resimdeki çatısı akan fakir aileye. İşte öyle yazmak istiyorum ben. Yazılarımda kirli, pasaklı, üstü başı yırtık, eli yüzü çiziklerle dolu bir çocuğun gözlerindeki pırıltıyı bulun istiyorum. O yazıyı yazmak için uğraşıyor cümleleri arşa ulaştırmak istiyorum ve yazdıkça özgürleşiyorum.

Kalem kağıt ve düşüncelerden oluşan bir ülkenin hünkarı, askeri, köylüsü, sarayındaki cariyesi, batağındaki fahişesi, hizmet eden kölesi, sokağında bağırıp çağıran delisi oluyorum yazarken. Kalem çalıştıran cümleleri kusup masa başında buluyorum kendimi. Sanki karşılıklı iki camı açılmış bir oda misali zihnim. Uçuşuyor esintiden düşünceler yakalayabildiklerimi yapıştırıyorum kağıda yakalayamadıklarım bir birkaç gece daha konaklayacaklar o odada.

Zafer kazanmış bir generalin gururu, kafasına silahı dayamış bir adamın çaresizliği, ilk sevgilisinden tekmeyi yiyen bir gencin ezilmişliği, ilk kez sevişen bir erkeğin heyecanı ve daha teşbihini yapamadığım bir çok duyguyu hissediyorum iliklerimde ve kalem yardımıyla kağıda da ilikler açmaya çalışıyorum tüm amatörlüğümle. Bu dünyanın bu ülkesinin bu şehrindeki bu evinin bu odasından çıkıyor, başka dünyaların başka ülkelerinin başka şehirlerindeki başka evlerinin başka odalarına uzanıyor ve başkalarına anlatıyorum beni bilmediğim bir dilde. Yazıyorum çünkü yazarken biliyorum kim olduğumu ve kim olamayacağımı.

Eğer bir gün yazılarımda o çocuğu görürseniz yıkamayın onu. Ne yeni kıyafetler alın ona ne de pansuman edin yaralarını. Sadece gözlerine bakın onun ve gülümseyin tüm dişlerinizi göstererek. Büyüsün çocuk o gülümsemeyle. Gözlerindeki pırıltı sönmesin sonsuza dek kapandığında…

(osgi)

8 Temmuz 2010 Perşembe

Benden Birazcık

Okuduğu kitaplardaki beğendiği cümlelerin altını çizen tipler vardır ya, acaba onların elindeki bir kitap olsaydı hayatım tam olarak neresi altı çizilmeye değer olurdu? Asansörde doğuşum mu acaba? Evet asansörde doğmuşum ben. İzmir Tepecik Devlet Hastanesi asansöründe almışım ilk nefesimi. İlk asansörün duvarlarında yankılanmış ağlamam, daracık alanda doyasıya doldurmuşum ciğerlerimi o alışık olmadığım havayla ve beklide ilk kendimi görmüşümdür annemden bile önce asansör aynasında. Belli mi olur belki de bu yüzdendir kendime has ukala tavırlarım.

Ne gariptir ki, böyle garip başlayan bir hayat çok monoton geçti sonraki yıllarda ya da dünyaya hareketli bir giriş yapan bana çok monoton geldi. 25 yılı devirip 26.sını zorladığım bu günlerde geriye dönüp bakıyorum da “ne bakıyon lan!” diyor hayatım bana “bok mu var bakacak” diye de ekliyor terbiyesizce. Kendi içimde çeliştiğimin farkındayım. Monotonluk ve gariplik aynı çatı altında buluşmaz diyenlerdenseniz eğer buyurun karşınızda Osginiz tanıması bedava ama unutmanın her zaman bir bedeli vardır.

Tıkantılar ve tıkanıklıklar... Yazmaya başlamadan önce aklımda olan onca cümle, nedense kalemi elime aldığımda aklımdan başka yerlere ışınlanıyor sanki. Düşünce hırsızları var sanırım. Garip olansa düşünmenin suç olduğu düşünenlerin yıllarca zindanlarda tutulup, türlü işkencelerle insanlıktan çıkarılıp hatta asıldığı bu topraklarda ne biçim bir insan hangi cesaretle düşüncelerimi çalıp suçuna birde hırsızlık ekliyor. Sakın ha! Herhangi bir siyasi propaganda yapmak değil derdim. Elbet var benimde kendime göre bir siyasi duruşum ama bunları yazıya dökecek kadar olmadım daha. Ne mi olmadım kimisine göre cesur, kimisine göre salak. Bana göreyse ne cesurum, ne de salak.

Düz yazı yazmak sana göre değil derdi lisedeki edebiyat hocam. Şiirciydim ben ona göre, lise çağlarının tipik şiirleri işte. Hangimiz yazmadı ki o yıllarda. Amiyane tabiriyle en öküz olanların bile aklından en azından bir iki mısra geçmiştir. İnanmıyor musunuz? O halde atmadıysanız bulun eski lise defterlerinizden birini ya arasında bir kağıttadır ya da sonlara doğru bir sayfada eğreti duran birkaç mısra. Benimse şiir defterlerimin arasında eğreti duran birkaç formül vardı hep. Hala doğruluğundan emin olamadığım bilmem hangi dersin hangi konusunun formülü.

Dersler dersleri kovaladı, sınavlar sınavları, okullar okulları. Eğitim sisteminin zorunlu kılındıkça basitleştiği, bayağılaştığı bu ülkede ilki de ortası da lisesi de bitti okulların üniversitesi de. Hatta askerlikte bitti ki, hepsinden daha zor bir okuldur yapanlar iyi bilirler. Yapmamış ve yapamayacaklar için özetleyeyim kısaca; çok basit kuralları var. Soru sorma, düşünme,her denileni yap, sorgulama.. İşleri zorlaştıransa biz insanların bir şey yapma denilince ne yapıp edip yapılmayacak o şeyi yapma arzumuz. Normal yaşantısında düşünen sorgulayan idealist tiplere değil sözüm ama hayatında hiç bir şey için bir fikir yürütmemiş insanların askere gelince henüz deneme aşamasındaki ilaçları alan kobaylar gibi kendinden uzak hareketlerde bulunduğuna çok tanık oldum. Ben buna kendimce herkesin aynı şeyleri giydiği bir ortamdaki farklı görünme çabası diyorum. Acaba ülkede tek tip kıyafet uygulaması başlatılsa daha mı yaratıcı oluruz yoksa bu bizi kaosun tam göbeğine mi sürükler sorarım sizlere.

Gecenin saat 4ünde (kimileri sabahın diyor ki bence güneş doğmadan sabah mabah olmaz) kendi kendime konuşurken aman kimseler duymasın yoksa beni deli zannederler korkusuyla konuşmamı kamufle etmek amacıyla yazdığım yazıyı okudunuz. Tabi sonuna kadar sabredebildiyseniz. Vermiş olma ihtimalim olan rahatsızlıktan dolayı özür dilemeyecek kadar kaba en güzel günleri yaşamanızı dileyecek kadar naif bir sonla, hoşçakalın…

..OSGİNİZ..

ILGIN

Uzaklara dalan minik gözlere meraklı bir masumiyet yerleşmiş. Fersah fersah uzanan hayal gücüyle acaba hangi hayalin hangi sayfasını çeviriyor. Belki sarı kelebeklerle uçuyor Kaf Dağından ve yeşil tavşanlara el sallıyor o muhteşem gülümsemesiyle. Belki kokluyor bu güne kadar kimsenin keşfetmediği çiçekleri bir annenin bebeğini kokladığı gibi. Artık onun diyarında çocuklar çiçek kokuyor, çiçekler çocuk. Karışıyor tüm güzel kokular birbirine, yıllarca beklenmiş bir söz gibi sızıyor penceremizden bu resme bakınca ve sonuç olarak bir tebessüm yayılıyor cehremize. Belki onunki kadar masum, onunki kadar içten, onunki kadar yalın değil ama ondan bize paha biçilmez bir hediye...(osgi)

Gözlerine Bakmak

Gözlerine bakmak,
Kızarmış ekmek kokan bir sabaha uyanmak.
Zaman mefhumunu unutup,
Sonsuzluğa ulaşmak.

Gözlerine bakmak,
Yaradılacak her güzel şeye bir ilham bulmak.
Günebakan çiçeği için,
Güneş tutulmasının ne demek olduğunu anlamak.

Gözlerine bakmak,
Bir kabustan uyanmak.
İnip zihnin karanlık mahzenlerine,
Teker teker atmak yıllanmış acıları.

Gözlerine bakmak,
Ölümden korkmak...

..OSGİNİZ..

şarap kokan imgeler

Zihnimdeki çarpık kentleşmeden ötürü üst üste binmiş düşünceler, bir üniversite öğrencisinin odası gibi oraya buraya dağılmış, içlerinden kendime ait olanları seçmeye zorlanıyorum. Ne zaman olacağını bilmediğim bir depremle yıkılacaklar ve acaba hangileri enkaz altından sağ salim çıkabilecek? İşte bu aralar kendime sık sık bu soruyu soruyorum.

Düşünceleri şaraba benzetirim bazen zihinleride mahzene. En önemli fark ise şarap içildiğinde sarhoş eder insanı düşünceler saklandığında. Yıllanmış düşüncelerle yaşlanan bedenlerin çakırkeyif yaşamlarına yan masadan gönderilen bir meze tabağıymışcasına daldığınızı düşünün bir an. Hafif küf kokan muhabbetlerin ortasındasınız şimdi. Keşkeler pişmanlıklar diz boyu kimi sevdiğini söyleyememiş olmanın acısını anlatıyor düşüncesini yudumlarken kimisi asla geri gelmeyecek bir trenin yıllar önce gidişini ölümsüzleştiren resmine dalıyor. Sizse çatal çatal tükeniyorsunuz. Dibinizin sıyrılmasıyla sona erecek olan misafirliğinizden yanınıza kar kalan etkilere yan etki mi dersiniz? Bundan sonraki yaşamınız o etkilerin etkisinde o hikayelerden çıkardığınız derslerin çerçevesinde gelişecek. Sizde bir gün mahzeninizden çıkardığınız şarabı içerken bir meze tabağıyla dertleşip ölümsüzleştireceksiniz anılarınızı. Unutmadan ekleyeyim düşünce ve şarap arasındaki en büyük benzerlikte en eski olanı her zaman en değerlisidir ve hiçbir zaman onu ne açmaya ne de atmaya kıyamazsınız…
..OSGİNİZ..