12 Ekim 2010 Salı

ALLEGRO


Sen gidince akşam çöker içimde.
Artık ne çalınırsa çalınsın,
Bana hüzünlü bir melodi gibi gelir.
Yükselir rakı kadehlerinin sesleri.
Aşka verdiğim bütün esleri,
Toplayıp atasım gelir denize.
Ve haykırasım gelir ALLEGRO! diye
Ruhumun piyanist şantörüne..
[osgi]

26 Ağustos 2010 Perşembe

Denizin Ezgisi


Kendime gelmek için çıktığım tek kişililik tatilimin henüz ilk günü. Denizin ortasında kıyıdan yaklaşık 30 metre açıkta bir dubanın üzerindeyim. Bir elimde kan kırmızısı Şirince şarabı, diğer elimde buraya gelirken ıslanmaması için büyük uğraş verdiğim sigaram. Fonda dalga sesleri, sahnede yakamozlar. Yaradan aksini de söylese sanırım cennetteyim.

Ne çok şey biriktirmişim kendimle konuşacak. İyidir insanın kendisiyle baş başa kalması. Bazıları delilik dese de kendisiyle konuşması, tartışması, yaptığı salaklıklara gülmesi, henüz hazmedemediği hataları aklına gelince suratını asıp senin yüzünden diye bağırması iyidir. Ben de benle şu anda üstü kapanmamış yaralarımı bir bir pansuman ediyorum. Kimi sıkıntılarım zaman aşımına uğramış, paslı birer çivi gibi içime çakılı. Kerpeten yerine kullandığım tırnaklarımı kanatarak çıkarıp denize atıyorum onları. Her atışımda biraz daha mutluluk, her yudumumda biraz daha sarhoşluk, her nefesimde ciğerlerimde nikotin bayramı ve hoş geldin huzur.

Keyfimin tam ortasında çat kapı yanımda bitiveriyor özlem. Yalnız da gelmemiş üstelik, birkaç hayali de takmış peşine. İzin istemeden başlıyorlar söze hem de en can alıcı yerinden; “Şu an yanında olsa elindeki şarabı paylaşsanız. Rüzgarda sigara yakmak zor zanaat, iki elini siper etse ateşine. Denizin kokusu saçlarından süzülerek gelse. Çakırkeyifliğinin sebebini şarap sanırken sen, gözlerinin en yeşiline baksa o an körkütük sarhoş olsan ve sönmesin diye dudaklarının ateşi siper etse dudaklarını.”

Suratıma yayılan koca tebessümü baltalıyor parmaklarımın acısı. Açmak istemediğim göz kapaklarım aniden açılıyor. Sigaram dibine kadar inmiş. Bir imza kondurmuş parmaklarıma. Bedeli buysa bu sahneyi hayal etmenin, helal hoş olsun ölen her hücrem.

Kelimeler kıpırdanmaya başlıyor zihnimde. Kalabalıktan sıyrılıp şu dörtlüğü oluşturuyorlar.

“Cigarama sardım hayalini,

Derin bir nefes çektim ciğerime.

Ve salmadım dumanını dışarıya

Hep içimde kalasın diye.”

Son yudumumu da alıp şarabımdan doğruldum ayağa. Ay ışığında gölge oyunlarıyla bir güvercin yarattım ve bağladım hayallerimi ayağına. Uçurdum O’na doğru. Başımın dönmesine aldırmadan balıklama atladım suya. Derinlerde bir ezgi geldi kulağıma. Engin denizin ezgisi…

16.08.2010

[osgi]

9 Ağustos 2010 Pazartesi

-

Bu yazının bir başlığı yok, bir amacı da. Biraz içtim, belki birazdan biraz fazla içtim ve dostlar yanında gülümsedim içimdeki perdeleri sımsıkı kapatarak. Şimdi evimde, küçük dağınık odamda kaldırdım zihnimin tahliye kapaklarını ve kendimi kalemin kağıda değdiği noktaya sabitledim.

Kendimin yanlış olarak gördüğü bir durumda kendimi doğrulamaya çalışıyorum. Şeytanın avukatı gibi. Duygularım ve mantığım kafamın içini ringe çevirmiş, kıyasıya dövüşüyor. Gonk sesi onu görmemle yankılanıyor içimde. Aklıma düştüğü günden beri sala’m okunuyor kulaklarımda ve kendi cinayet senaryolarımı yazıyorum. Belki de abartıyorum çünkü severim ben büyütmeyi acılarımı. Yürüyeceği yola diken eken bahçıvanlar misali.

Bu karanlığın içinde gene o tanıdık gözler. Bu kez daha bir yakın bana rengi seçiliyor. Usandım yaşamak istediğim gerçekleri rol yaparak şakalarıma alet etmekten. Mantığımla el ele verip duygularım üzerine yürüyorum, sonra alıp kucağıma onları şefkatle dinliyor, hak veriyorum. Aptal rolü yapmaktan bıktım, anlamazlıktan gelmekten, dilimin ucundakileri yutup yalnız kaldığımda kendime kusmaktan bıktım.

Telefon çaldı bak arayan o. Saat 02:30. Gene rol yapma vakti bana, gene yutma vakti hissettiklerimi. Bir şarkı açıp gidiyorum, grubun adı: Çekirdek, şarkının adı: Birisi…


Çekirdek-Birisi: http://fizy.com/#s/1ah1wv
[osgi]

6 Ağustos 2010 Cuma

Karmaşık

Ellerimle görebileceğim,
Gözlerimle dokunabileceğim kadar
Yakınsın bana.
Fakat hayat denilen bu kumarda
Mantığım öyle bir koz koydu ki masaya
Duyularım birbirine girdi,
Duygularım paramparça...
[osgi]

3 Ağustos 2010 Salı

itirafname

Geri döndüm. Doldurup çıkınıma tüm pişmanlıklarımı geri döndüm. Olmayacak bir dua mıydı amin dediğimiz, yoksa Tanrının yoğun zamanına denk gelip gözden mi kaçtı isteklerimiz. Beni tanıyanlar bilirler bahane bulmak denildi mi yoktur üstüme ama bu kez bahaneler değil anlatılacak olan. Dün gece hiç uyumadım ve damla damla damıttım kendimi, içimdekileri. Doldurup bir kadehe tekila misali tek atışta içtim ama limonsuz ve tuzsuz. Kendimle sarhoşum şimdi ben ve sana değil kendime yazıyorum.

Korktum, evet korktum. Aldatmaktan, kullanmaktan, karşılık verememekten, yetememekten, senden, benden, bizden kortum. “İnsanın kendini önemsemesi, kendisinin kiralık katilidir*” demiş adamın biri ben kendimi öldürüp cenazemi sana yıkattım gözyaşlarınla…

Hiçbir ses telefonun diğer ucundaki titreyen bir sesten daha gerçek olamaz. O titreyişte dile dökülmeyen küfürler vardır, serzenişler vardır, "nedenler" vardır dev puntolarla yazılmış, belki yalvarışlar vardır, keşkeler var diz boyu çamur gibi üzerimize yapışan çitilesenizde izi kalan. Öyle bir sestir ki o, belki suskunluktan bile daha çok şey anlatır, sessizlikten bile daha ağırdır. Duydum biliyorum, o andan beri her aklıma geldiğinde titriyorum.

Kendimleyim şimdi. Yüksek dozda karamsarlık aldım. Kabuk bağlasın diye yaralarım zamana bıraktım tebessümlerimi, gözyaşlarımı. Bir çift göz var karanlığımda, beni yemek için saldıracak vahşi bir hayvan mı? Yoksa beni çekip çıkaracak, iki tokat atıp uyandıracak umudum mu? En kısa zamanda çevremden, bu şehirden, titreyen seslerden, o gözlerden uzaklaşmaya kendimle kalmaya ihtiyacım var.

Az önce bir sosyal paylaşım sitesinde okuduğum bir cümle ile sonlandırayım “Bilirsin beceremem yaşamayı.. bir damla su olsam, gider rakıya damlarım.**”

[osgi]

* Mehmet Şenol Şişli (kendisi kargo grubunun eski basçısı olur)

** Küçük İskender


28 Temmuz 2010 Çarşamba

Nankör Mavilik

Bu bir denizci hikayesi,
Fırtınalar yorgunu.
Nankör bir maviliğin kölesi,
Yitirmiş umudunu.
Deniz çağırmış ilkin onu.
Dalgasıyla, köpüğüyle, tuzuyla
Yakamozlar süslemiş hayallerini.
Balıklarla dans etmiş uçsuz maviliğinde.
Ellerinden tutmuş deniz kızları,
Götürmüş derinlere…

Fırtınalar kopmuş sonra,
Güneş doğmaz olmuş.
Hırçın bir mavi kalmış etrafında.
Dev dalgalar tokatlamış suratını.
Karaya ulaşmayı beklerken,
Derinlere sürüklenmiş her kulacında.
Aşkı bulayım derken,
Köle olmuş o mavi zindanda.

Çok uğraşmış, çok çalışmış.
Tam basacakken ayakları toprağa,
Tam kurtuldum derken,
Bir dalga almış bedenini,
Götürmüş çok uzaklara.
Tayfunlar, boralar, hortumlar
Tutmuş kollarından bırakmamış.
Ne yakamoz kalmış,
Ne deniz kızları.
Artık ona dost olan,
Sadece tuzlu gözyaşları.
[osgi]

26 Temmuz 2010 Pazartesi

-----------

Serin bir yaz günü konaklıyor yüzünde,

Üşümek istiyor insan doyasıya.

Yıllardır beklenen mektubu açarkenki gibi.

Titretiyor gülüşün elleri.

Ne Ademin yasak elması,

Ne Medusanın lanetli bakışları,

Hiçbiri betimleyemiyor çekiciliğini.

Sana baktıkça,

Olmayacak duaya amin diyesi geliyor insanın.

[osgi]

20 Temmuz 2010 Salı

Mutluyum

Gece yarısını geçeli üç saat oldu. Ağustos böcekleri, natürel bir konçertoyla yok ediyor sessizliği. Yıldızlar eşlik ediyor onlara çakmaklarını yakıp söndüren seyirci topluluğu misali. Doğa annenin alevli öfkesi dinmiş, serin bir yara bandıyla sarıyor yaralarımızı. Odamın penceresinde sigaramdan derin nefesler çekiyorum ve ey yalnızlık seni bu gece terk ediyorum.


Yeni bir başlangıcı muştuluyor gözlerim ve dudaklarım. İçtiğim şarap daha bir kırmızı şimdi, daha az kekremsi. Sigaramın dumanı griden, gök mavisine mi dönmüş ne? Kedileri bile sevesim var ama uzaktan… Bir uçurumun kenarında, mavinin tüm tonlarını kendi mahremiymiş gibi sarmış, kimi zaman dalgalı, kimi zaman süt liman bir deniz manzarasına bakmak gibi bir şey. Dalga dalga, köpük köpük, yayılıyor tebessüm suratıma ve bir gök boncuk iliştiriyorum gülümsememin kenarına.


Yazılacak, anlatılacak o kadar çok şey var ki aslında. Kalem el pençe divan duruyor karşımda, zihnim utancından ayak parmaklarıma kadar inmiş, nasıl betimlersem betimleyeyim eksik kalacak gibi.. iyisi mi özet geçeyim.. Mutluyum…

[osgi]

10 Temmuz 2010 Cumartesi

FAL

Yenice içilmiş bir kahve fincanında,
Birbirinden habersiz iki telve lekesiydik biz.
Falcının bilgiç lafları,
Falına bakılanın meraklı bakışları arasında yaşandı aşk.
Fal bitene, fincan ıslanana kadar...
[osgi]

9 Temmuz 2010 Cuma

Tebessüm


Bir çoğunuz bilirsiniz Abidin Dino’nun Mutluluğun Resmini. Nazım Hikmet der ya “Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” diye üstat da konuşturur fırçalarını ve o şaheseri yaratır. Bizde bakar bakar imreniriz o resimdeki çatısı akan fakir aileye. İşte öyle yazmak istiyorum ben. Yazılarımda kirli, pasaklı, üstü başı yırtık, eli yüzü çiziklerle dolu bir çocuğun gözlerindeki pırıltıyı bulun istiyorum. O yazıyı yazmak için uğraşıyor cümleleri arşa ulaştırmak istiyorum ve yazdıkça özgürleşiyorum.

Kalem kağıt ve düşüncelerden oluşan bir ülkenin hünkarı, askeri, köylüsü, sarayındaki cariyesi, batağındaki fahişesi, hizmet eden kölesi, sokağında bağırıp çağıran delisi oluyorum yazarken. Kalem çalıştıran cümleleri kusup masa başında buluyorum kendimi. Sanki karşılıklı iki camı açılmış bir oda misali zihnim. Uçuşuyor esintiden düşünceler yakalayabildiklerimi yapıştırıyorum kağıda yakalayamadıklarım bir birkaç gece daha konaklayacaklar o odada.

Zafer kazanmış bir generalin gururu, kafasına silahı dayamış bir adamın çaresizliği, ilk sevgilisinden tekmeyi yiyen bir gencin ezilmişliği, ilk kez sevişen bir erkeğin heyecanı ve daha teşbihini yapamadığım bir çok duyguyu hissediyorum iliklerimde ve kalem yardımıyla kağıda da ilikler açmaya çalışıyorum tüm amatörlüğümle. Bu dünyanın bu ülkesinin bu şehrindeki bu evinin bu odasından çıkıyor, başka dünyaların başka ülkelerinin başka şehirlerindeki başka evlerinin başka odalarına uzanıyor ve başkalarına anlatıyorum beni bilmediğim bir dilde. Yazıyorum çünkü yazarken biliyorum kim olduğumu ve kim olamayacağımı.

Eğer bir gün yazılarımda o çocuğu görürseniz yıkamayın onu. Ne yeni kıyafetler alın ona ne de pansuman edin yaralarını. Sadece gözlerine bakın onun ve gülümseyin tüm dişlerinizi göstererek. Büyüsün çocuk o gülümsemeyle. Gözlerindeki pırıltı sönmesin sonsuza dek kapandığında…

(osgi)

8 Temmuz 2010 Perşembe

Benden Birazcık

Okuduğu kitaplardaki beğendiği cümlelerin altını çizen tipler vardır ya, acaba onların elindeki bir kitap olsaydı hayatım tam olarak neresi altı çizilmeye değer olurdu? Asansörde doğuşum mu acaba? Evet asansörde doğmuşum ben. İzmir Tepecik Devlet Hastanesi asansöründe almışım ilk nefesimi. İlk asansörün duvarlarında yankılanmış ağlamam, daracık alanda doyasıya doldurmuşum ciğerlerimi o alışık olmadığım havayla ve beklide ilk kendimi görmüşümdür annemden bile önce asansör aynasında. Belli mi olur belki de bu yüzdendir kendime has ukala tavırlarım.

Ne gariptir ki, böyle garip başlayan bir hayat çok monoton geçti sonraki yıllarda ya da dünyaya hareketli bir giriş yapan bana çok monoton geldi. 25 yılı devirip 26.sını zorladığım bu günlerde geriye dönüp bakıyorum da “ne bakıyon lan!” diyor hayatım bana “bok mu var bakacak” diye de ekliyor terbiyesizce. Kendi içimde çeliştiğimin farkındayım. Monotonluk ve gariplik aynı çatı altında buluşmaz diyenlerdenseniz eğer buyurun karşınızda Osginiz tanıması bedava ama unutmanın her zaman bir bedeli vardır.

Tıkantılar ve tıkanıklıklar... Yazmaya başlamadan önce aklımda olan onca cümle, nedense kalemi elime aldığımda aklımdan başka yerlere ışınlanıyor sanki. Düşünce hırsızları var sanırım. Garip olansa düşünmenin suç olduğu düşünenlerin yıllarca zindanlarda tutulup, türlü işkencelerle insanlıktan çıkarılıp hatta asıldığı bu topraklarda ne biçim bir insan hangi cesaretle düşüncelerimi çalıp suçuna birde hırsızlık ekliyor. Sakın ha! Herhangi bir siyasi propaganda yapmak değil derdim. Elbet var benimde kendime göre bir siyasi duruşum ama bunları yazıya dökecek kadar olmadım daha. Ne mi olmadım kimisine göre cesur, kimisine göre salak. Bana göreyse ne cesurum, ne de salak.

Düz yazı yazmak sana göre değil derdi lisedeki edebiyat hocam. Şiirciydim ben ona göre, lise çağlarının tipik şiirleri işte. Hangimiz yazmadı ki o yıllarda. Amiyane tabiriyle en öküz olanların bile aklından en azından bir iki mısra geçmiştir. İnanmıyor musunuz? O halde atmadıysanız bulun eski lise defterlerinizden birini ya arasında bir kağıttadır ya da sonlara doğru bir sayfada eğreti duran birkaç mısra. Benimse şiir defterlerimin arasında eğreti duran birkaç formül vardı hep. Hala doğruluğundan emin olamadığım bilmem hangi dersin hangi konusunun formülü.

Dersler dersleri kovaladı, sınavlar sınavları, okullar okulları. Eğitim sisteminin zorunlu kılındıkça basitleştiği, bayağılaştığı bu ülkede ilki de ortası da lisesi de bitti okulların üniversitesi de. Hatta askerlikte bitti ki, hepsinden daha zor bir okuldur yapanlar iyi bilirler. Yapmamış ve yapamayacaklar için özetleyeyim kısaca; çok basit kuralları var. Soru sorma, düşünme,her denileni yap, sorgulama.. İşleri zorlaştıransa biz insanların bir şey yapma denilince ne yapıp edip yapılmayacak o şeyi yapma arzumuz. Normal yaşantısında düşünen sorgulayan idealist tiplere değil sözüm ama hayatında hiç bir şey için bir fikir yürütmemiş insanların askere gelince henüz deneme aşamasındaki ilaçları alan kobaylar gibi kendinden uzak hareketlerde bulunduğuna çok tanık oldum. Ben buna kendimce herkesin aynı şeyleri giydiği bir ortamdaki farklı görünme çabası diyorum. Acaba ülkede tek tip kıyafet uygulaması başlatılsa daha mı yaratıcı oluruz yoksa bu bizi kaosun tam göbeğine mi sürükler sorarım sizlere.

Gecenin saat 4ünde (kimileri sabahın diyor ki bence güneş doğmadan sabah mabah olmaz) kendi kendime konuşurken aman kimseler duymasın yoksa beni deli zannederler korkusuyla konuşmamı kamufle etmek amacıyla yazdığım yazıyı okudunuz. Tabi sonuna kadar sabredebildiyseniz. Vermiş olma ihtimalim olan rahatsızlıktan dolayı özür dilemeyecek kadar kaba en güzel günleri yaşamanızı dileyecek kadar naif bir sonla, hoşçakalın…

..OSGİNİZ..

ILGIN

Uzaklara dalan minik gözlere meraklı bir masumiyet yerleşmiş. Fersah fersah uzanan hayal gücüyle acaba hangi hayalin hangi sayfasını çeviriyor. Belki sarı kelebeklerle uçuyor Kaf Dağından ve yeşil tavşanlara el sallıyor o muhteşem gülümsemesiyle. Belki kokluyor bu güne kadar kimsenin keşfetmediği çiçekleri bir annenin bebeğini kokladığı gibi. Artık onun diyarında çocuklar çiçek kokuyor, çiçekler çocuk. Karışıyor tüm güzel kokular birbirine, yıllarca beklenmiş bir söz gibi sızıyor penceremizden bu resme bakınca ve sonuç olarak bir tebessüm yayılıyor cehremize. Belki onunki kadar masum, onunki kadar içten, onunki kadar yalın değil ama ondan bize paha biçilmez bir hediye...(osgi)

Gözlerine Bakmak

Gözlerine bakmak,
Kızarmış ekmek kokan bir sabaha uyanmak.
Zaman mefhumunu unutup,
Sonsuzluğa ulaşmak.

Gözlerine bakmak,
Yaradılacak her güzel şeye bir ilham bulmak.
Günebakan çiçeği için,
Güneş tutulmasının ne demek olduğunu anlamak.

Gözlerine bakmak,
Bir kabustan uyanmak.
İnip zihnin karanlık mahzenlerine,
Teker teker atmak yıllanmış acıları.

Gözlerine bakmak,
Ölümden korkmak...

..OSGİNİZ..

şarap kokan imgeler

Zihnimdeki çarpık kentleşmeden ötürü üst üste binmiş düşünceler, bir üniversite öğrencisinin odası gibi oraya buraya dağılmış, içlerinden kendime ait olanları seçmeye zorlanıyorum. Ne zaman olacağını bilmediğim bir depremle yıkılacaklar ve acaba hangileri enkaz altından sağ salim çıkabilecek? İşte bu aralar kendime sık sık bu soruyu soruyorum.

Düşünceleri şaraba benzetirim bazen zihinleride mahzene. En önemli fark ise şarap içildiğinde sarhoş eder insanı düşünceler saklandığında. Yıllanmış düşüncelerle yaşlanan bedenlerin çakırkeyif yaşamlarına yan masadan gönderilen bir meze tabağıymışcasına daldığınızı düşünün bir an. Hafif küf kokan muhabbetlerin ortasındasınız şimdi. Keşkeler pişmanlıklar diz boyu kimi sevdiğini söyleyememiş olmanın acısını anlatıyor düşüncesini yudumlarken kimisi asla geri gelmeyecek bir trenin yıllar önce gidişini ölümsüzleştiren resmine dalıyor. Sizse çatal çatal tükeniyorsunuz. Dibinizin sıyrılmasıyla sona erecek olan misafirliğinizden yanınıza kar kalan etkilere yan etki mi dersiniz? Bundan sonraki yaşamınız o etkilerin etkisinde o hikayelerden çıkardığınız derslerin çerçevesinde gelişecek. Sizde bir gün mahzeninizden çıkardığınız şarabı içerken bir meze tabağıyla dertleşip ölümsüzleştireceksiniz anılarınızı. Unutmadan ekleyeyim düşünce ve şarap arasındaki en büyük benzerlikte en eski olanı her zaman en değerlisidir ve hiçbir zaman onu ne açmaya ne de atmaya kıyamazsınız…
..OSGİNİZ..